9 Nisan 2014 Çarşamba

8. yıldönümüne birkaç gün kala 367 krizi ve 27 Nisan e-muhtırası...

7. Yıldönümünde E- Muhtıra Ve 28 Nisan Duruşu
Ulusların tarihlerinde kırılma noktaları vardır. Türkiye gibi ülkelerde bu tür kırılmalar sert, toplumsal çalkantılar sancılı, dönüşümler keskindir. Selçuklu döneminde ikta sisteminden, Osmanlı da tımar sistemine kadar geçmiş Türk devletlerinin siyasi, ekonomik ve sosyal yapılarının ekseriyetle askeri yapıya dayanması Cumhuriyet Türkiye’sinin sahip olduğu genetik kodları göstermesi bakımından önemli bir parametredir.
27.04.2013



Ulusların tarihlerinde kırılma noktaları vardır. Türkiye gibi ülkelerde bu tür kırılmalar sert, toplumsal çalkantılar sancılı, dönüşümler keskindir. Selçuklu döneminde ikta sisteminden, Osmanlı da tımar sistemine kadar geçmiş Türk devletlerinin siyasi, ekonomik ve sosyal yapılarının ekseriyetle askeri yapıya dayanması Cumhuriyet Türkiye’sinin sahip olduğu genetik kodları göstermesi bakımından önemli bir parametredir. Türkiye, 1945’ten sonra çok partili hayata geçiş yapmasına rağmen her 10 senede bir millet iradesine dayanan demokratik düzen askeri müdahalelerle kesintiye uğramış, demokrasi ters şeride sokularak keskin virajlarda sürekli hız kaybeden bir Türkiye paradigması doğmuştur. Bu paradigmadaki önemli kırılmalardan biri de 11.Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Genelkurmay’ın yayınladığı 27 Nisan 2007 e–muhtırasıdır.

Cumhurbaşkanlığı Seçim Süreci

Muhtıraya giden süreç Cumhurbaşkanlığı seçim maratonu ile başlamış rejimin tehlikede olduğu argümanı ortaya atılarak Cumhurbaşkanlığı seçimi sekteye uğratılmıştır.10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi, 16.5.2007 tarihinde dolmuşsa da, bu tarihe kadar 11. Cumhurbaşkanı seçimleri tamamlanamamıştır. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun 367 krizi olarak adlandırılan fitili ateşlemesiyle süreç tıkanmış, Meclis iradesi hukuksal algoritma ile tepetaklak edilmiştir.

Sabih Kanadoğlu 26 Aralık 2006’da Cumhuriyet gazetesinde  “AKP Tek Başına Seçemez” başlıklı yazısı ile meclisin cumhurbaşkanlığı seçimi için AK Parti milletvekili sayısı olan 354’ün yetersiz olduğu savını ortaya atmıştır. Buna göre;‘‘ anayasanın 102. maddesi uyarınca, “cumhurbaşkanı TBMM üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilecektir. En az üçer gün ara ile yapılacak oylamaların ilk ikisinde üye tamsayısının üçte iki çoğunluk oyu sağlanamazsa, üçüncü oylamaya geçilecektir. Aksi bir durum da siyasal iktidar her şeye rağmen TBMM'deki çoğunluğuna dayanarak, ilk oylamada 367'nin üzerinde katılım olmamasına rağmen, üçte iki çoğunluğu sağlanamadığından bahisle, önce aynı biçimde ikinci oylamayı gerçekleştirir ve izleyen üçüncü oylamada salt çoğunluğun sağlandığını ileri sürerek cumhurbaşkanının seçildiğini kabul ve ilan ederse anayasaya aykırı biçimde yapılan böyle bir seçimin iptalinin zorunlu olduğu” iddiasını gündeme atmıştır.

Böylece Türkiye 1980’lerin atmosferine geri dönmüştür. 12 Eylül darbesinin tomografi görüntüleri olan bu acı süreçte altı ay süren nafile turlardan sonra Korutürk'ten boşalacak Cumhurbaşkanlığı koltuğuna parlamento cumhurbaşkanını seçememiş, darbe ile sonlanan bu acı süreç 1982 Anayasası ile (darbe anayasası) çözüm bulmuştur. Böylece 102. maddedeki 'üçte iki çoğunluk' koşulu, üçüncü turda 'salt çoğunluk' olarak düzenlenmiştir. Dördüncü turda ise TBMM'nin feshedilmesi yolu açılmıştır.

1989'da Özal, 1993'te Demirel, 2000'de Sezer, 1982 Anayasası'na göre seçildiler. Turgut Özal'ın seçiminde o zamanki SHP grubu, oylamaya katılmamıştı. Ancak Anayasa Mahkemesi'ne itiraz edilmemişti. Demirel ve Sezer de ise zaten katılım sorunu yaşanmadığı için 367 tartışması olmamıştır.

2007'de ise henüz seçime geçilmeden 367 krizi çıktı. 10 Nisan 2007 tarihinde Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu itiraz dilekçelerini kabul edileceği beyanı ile süreci resmen krizinin pençesine atmıştır. Bunun önüne geçmek isteyen hükümet ise krizinin aşılması için Mecliste milletvekili olan partiler arasında diyalog turlarına başlamış ancak olumlu bir sonuç alamamıştır.

Ülke siyaseti tamamen Cumhurbaşkanlığı sürecine kitlenmiş iken Türkiye Zirve Katliamı ile sarsılıyordu. Siyaset Bilimci Seymour Martin Lipset ‘aşağı sınıfların faşizmi’ diye nitelendirdiği sorunların tehlike olarak algılandığı ve sürekli tehdit içerisinde bulunduğu sanrısı ile siyasi ve politik şiddete neden olabilecek eylemlere zemin hazırlayacağı tezi;  18 Nisan 2007 tarihinde Malatya’da İncil basımı yapan Zirve Yayınevinde çalışan Alman uyruklu Tilman Ekkehart Keşke, Necati Aydın ve Uğur Yüksel’in boğazlarını kesilerek öldürülmesi ile bir kez daha vücut buluyordu. Anadolu’nun sosyal dokusunu zedeleyici bu tür vahşetler ile ülke politikalarına yön verme gayretinde olan derin ve karanlık güçler tekrar sahneye konuluyordu. Türkiye, 23 Nisan 2007 Ulusal Egemenlik Bayramı'na vesayet savunucularının ve cuntacılarınbaskısı altında giriyordu. O gün futbol sahalarında üst üste dengede durarak cumhuriyet kazanımlarının ne denli sarsılmaz olduğunu gösterme çabasındaki ilkokul ve ortaokul çocuklarının yanı sıra bu kuleden daha hassas dengede durması gereken bir siyasetçi daha vardı: Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan. Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı en geç 25 Nisan akşamına kadar açıklanmalıydı. Cumhurbaşkanı adaylık sürecindeki TBMM, darbe ve muhtıralardan yorgun her on senede bir kesintiye uğramış başarısız bir parlamenter rejim, dünya demokrasisine göre genç ama Türkiye demokrasisine göre epeyce yaşlanmış bir halde 88. yaşına giriyordu.

24 Nisan 2007’de tüm itirazlara rağmen iktidar partisi kendi adayını ilan etti. Böylece meclis ve demokrasi tarihinin de en sancılı sürecine girilmiş oldu. 367 krizi ile demokrasiye kürtaj yapmak isteyen cerrahların başında dönemin CHP Genel Başkanı ve ana muhalefet lideri Deniz Baykal geliyordu. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde oylamada meclis genel kuruluna girmeme kararı alarak süreci işleten iktidar partisiyle tüm diyalog yollarını kapattı. Artık köşk savaşı kızışmıştı. Kendilerini rejimin muhafızı gören kesimin çabaları ile ülke saflara bölünmüş ideolojik kaygılar ile “son kale ” tabir ettikleri “Çankaya’’nın elden gitmemesi için çeşitli STK’lar, basın ve muhalif kesim ile hukuksal ve psikolojik bir harp yürütülmüştür. Bu kriz kendi güç odaklarını kaybetmeme uğruna yaratılmış ve meşruiyet kazandırması için 367 sayısını ortaya atmış kesimler tarafından yönetilmiş ve oynanmıştır. Bu oyunun figüranları ise hiç de şaşırtıcı olmayan ve kendisini ilerice diye tarif eden çevrelerden seçilmiştir.

Abdullah Gül’ün adaylığının açıklamasından sonra ise siyasi linç kampanyası başlatılmıştır. Özellikle ailesiyle ilgili birçok karalama kampanyasına girilmiştir. Avrupa insan hakları sözleşmesinden ve sözleşme kararını hukuk tekniğinde anayasa hükümlerinin üstünde telakki edilmesinin hikmeti ve şikâyet mekanizmasından bihaber çevreler Hayrunnisa Gül’ü hedef alarak “ülkesini AİHM ye şikâyet eden first lady olur mu?” denilerek ortaya trajikomik bir argüman atmışlardır. Tüm bu yaşananların gölgesinde 27 Nisan cumhurbaşkanlığı 1. tur oylamasına gidilmiştir.

CHP 367 sayısına ulaşılamaması halinde kendinden beklenmeyecek bir hızla Anaysa Mahkemesi’ne sunulmak üzere itiraz dilekçesini hazırlamış, DYP ve Anavatan parti liderleri Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu erken seçime gidilmez ise cumhurbaşkanlığı birinci tur oylamasına katıl(a)mama kararı almıştır. SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın ise kesinlikle oylamaya katılmayacağını ifade etmiştir. Halkın Yükseliş Partisi Genel Başkanı Yaşar Nuri Öztürk Gül’e destek vermeyeceğini açıklamıştır. Genç Parti Genel Başkanı Cem Uzan, Cumhurbaşkanlığı seçim turunda Abdullah Gül ile görüşmeme kararı almıştır. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ise Kızılay’da düzenlediği eylemde Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmamasına ve Ahmet Necdet Sezer’in hükümeti istifaya çağırması istemiyle sokakta bildiri dağıtmıştır. DSP lideri Zeki Sezer ise Gül’ün adaylığını laikliğe karşı özde ve sözde tehlike olarak değerlendirdiğine yönelik basın açıklamasında bulunarak Genelkurmay başkanına gönderme yapmıştır. Tüm bunların yanında İzmir barosu düzenlediği basın toplantısında Gül’ün adaylığına karşı olduklarını kamuoyuna deklare etmiştir.

2007 cumhurbaşkanlığı seçim süreci ülkede istikrar sürecini ve siyasal atmosferi yerle bir etmiş, siyasi partiler başta olmak üzere STK ve basın seçim sürecini hükümeti tasfiye programına çevirmiş, seçimle 2/3 çoğunluğa sahip iktidar partisi 80 yıldır sözde demokrasi ile yönetilen bir ülkede güya özde demokrasi isteyen odaklar tarafından bir kaos ortamına sürükletilmek istenmiştir. Bu yangından en çok Türkiye’nin zarar göreceğini umursamayanlar; mitinglerde ‘ordu göreve’ pankartları açmış, TSK ile gizli bir flört peşinde koşanlar demokratik yollar ile söz sahibi olamayacakları ülke siyasetinde silahların gölgesine sığınmışlardır. Her defasında dönemin kuvvet komutanlarına göz kırparak 80 sene önce doğmuş cumhuriyet ile ordunun/Kemalist çıkarcı grupları ile zaten beşik kertmesi olduğunu ve artık resmi nikâhın geldiğinden dem vuranlar bir ülkenin geleceğinden mesuliyet duymadan kendilerine biçilen kaftanın pırıltıları altında düğün hazırlıklarına da başlamışlardı.

Ordu içerisindeki cuntacı kesim bu aşka tarafsız kalamazdı. 12 Nisan’da birçok köşe yazarının katıldığı basın bilgilendirme toplantısı ile TSK nasıl bir cumhurbaşkanı istediğinin ana hatlarını zaten çizmişti. Rejim ve vesayetten yana tavır koyan kesim cumhurbaşkanlığı süreci boyunca ordu ile karşılıklı birbirlerine kur yapmalarından dolayı ülkede toplumsal ve siyasal dokuyu zedeleyecek tutumlar sergilenmiştir. Mitingler tertiplemiş, hukuksal dalavereler çevrilmiş, medya baskısı, meclisi tıkama gibi hiçbir yol başarıya ulaşamamış tüm gözler son çare gördükleri orduya çevrilmişti. Artık bu ilişkinin adını koymalıydılar. 27 Nisan 2007 gecesi TSK’nın kurumsal internet sitesinde yayınlanan sonradan dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın bizzat kendisi tarafından yazıldığını açıkladığı bildiri ile bu ilişkinin adı koyuldu: e-muhtıra.(1) 

27 Nisan E-Muhtırası

Gece yarısı internet sitelerinde yayınlanan bu muhtıra içeriği, üslubu ve zamanlaması ile büyük tartışmalara neden olmuştur. Tek başına iktidar dönemi ile ülkede sağlanan istikrara ve demokrasiye bir parantez açılmış ve bu parantezin içi gece yarısı muhtırası, darbe şakşakçıların çığırtkanlıkları, vesayet goygoycularının yazıları ile bir anda dolmaya başlamıştır. Orduyu hava yastığı olarak gören kesimler rahat bir nefes almıştı. Aslında ülke karakteristiği bakımından pek şaşırtıcı olmasa gerek. 36 Osmanlı padişahının 14’ünün darbe ile devrildiği 600 yıllık bir tarihten her 10 senede bir demokrasiye balans ayarı çekilen Cumhuriyet tarihine değin 27 Nisan gecesi yayınlanmış muhtırayı da bu kültürün uzantısı olarak görmemiz mümkün. Metinde yer alan, “TSK tartışmalara taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. TSK bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş görevleri eksiksiz yerine getirmek konusunda sarsılmaz kararlığını muhafaza etmektedir” ifadeleri ile hükümete “ayağını denk al denilmiş” ve Anayasa Mahkemesi’nin vereceği hukuki karara askerin gölgesi düşmüştür.

27 Nisan bildirisinin içeriği ve zamanlaması bu bildiri muhtıraya dönüştürmüştür. Laikliğin zedelendiğine dair açıklamaların nedeni sıralanıyor. Şanlıurfa, Mardin, Diyarbakır ve Denizli de kutlanan Kutlu Doğum etkinlikleri ise irtica olarak tanımlanıyordu. Bildiri belli ki toplumsal yapıdan bihaber bir şekilde kaleme alınmış dini ve örfi değerler bir tehdit olarak algılanmıştır. Buna üslupta dahi bir örnek vermek gerekirse büyük harfle başlaması gereken Kur’an küçük harfle yazılmış, İslam dini gereği örtünme çağdışı tanımı ile ifade edilmiş ve bariz bir irtica tehditlinden bahsedilmiştir. Ne ironiktir ki bu millet ordusunu ‘peygamber ocağı’ olarak içselleştirmiş, bu nazar ile kalbine nakşetmiştir. Velev ki ordu bir takım nedenler ile ayar verme maksadı güdüp kılıcını çekiyorsa, o kılıca bu sertliği veren çeliğin de ayarının bozulmamasına dikkat etmelidir. Ve bu çelik İstiklal Marşı’nda Mehmet Akif Ersoy’un “benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” dizesinden başka bir şey değildir. Kendilerine başka marşlar ile farklı bilinçler uyandırmak isteyenler tarihin her döneminde olduğu gibi bu dönemde de biletlerini en ön sıradan almışlardır. Muhtıranın ertesi gününde kendisini 21.yy pretoryenleri(2)olarak gören komutanlar ne yazık ki ayakta alkışlanmışlardır.

28 Nisan Duruşu

Tüm bu yaşananlar karşısında hükümet kanadının tepkisi Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük demokratik atılımı ve vesayetin kırılma noktasıdır.12 Mart 1971 muhtırası akabinde Süleyman Demirel’in siyaset sahnesinden hızla çekilmesine tanık olan, 28 Şubat 1997 muhtırasında ise MGK krizi’ni yaşamış bir siyasi geçmişe sahip Türkiye’de tüm tabuları yıkan bir bildiri 28 Nisan 2007’de hükümet sözcüsü Cemil Çiçek tarafından okunmuş ve adeta bir demokrasi manifestosu verilmiştir. Cemil Çiçek TSK’yı anayasa ve hukuk devleti sınırları içerisinde durması yönünde uyarırken, bir siyasi parti Türkiye de ilk kez halk iradesini bu derece güçlü bir şekilde yansıtmıştır. 27 Nisan gecesi açılan parantez; 28 Nisan günü hükümetin karşı bildirisi ile kapanmış askerin yarattığı korku düzeni yıkılarak yerine özgüven sahibi ve demokrasiye liyakatini ispatlamış tarihi duruşu ile Türkiye’de yeni bir çığır açmış hükümetin dirayeti gelmiştir.

Böylece demokrasi yıllardır zincire bağlı kapalı tutulduğu mahzenden gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu mahzenin kapısı bildirinin yayınlandığı gece olağanüstü olarak toplanan hükümet tarafı tarafından açılıyordu. Başbakanın talimatı ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, MEB Bakanı Hüseyin Çelik, Devlet Bakanı Ali Babacan, Adana milletvekili Ömer Çelik tarafından karşı bildiri hazırlanmış, aynı gece Başbakan hem Genelkurmay Başkanı hem de Cumhurbaşkanına ulaşmak istemiş ancak başarılı olamamıştır. Bu dönem zarfında eski darbeci Kenan Evren ‘‘asker görevini yerine getirmiştir’’ diyerek muhtıraya selam çakarken Deniz Baykal’ın Anayasa Mahkemesi’ne ithafen “367 gereksiz derseniz ülke de çatışma çıkar” sözleri ile ana muhalefet değil ana kaos partisi lideri olma misyonunu tamamlıyordu. Muhtıranın altını halk desteği ile doldurmak isteyen kesim çeşitli STK’ların öncülüğünde başlatmış oldukları Cumhuriyet mitinglerinin en çok yankı uyandıranlarından birini 29 Nisan 2007 Çağlayan’da düzenledi. Dünyada haftanın en önemli olayları arasında giren mitinge emniyet verilerine göre 583 bin kişi katılmış ve hükümete erken seçim çağrısı yapılmıştır. ADD ve ÇYDD öncülüğünde düzenlenen mitingde CHP çatısı altında birleşme çağrısı da yapılmış olup konuşmada ADD Başkanı Nur Serter, muhtıradan dolayı TSK’ya şükranlarını sunmuştur(!)

1 Mayıs 2007’de ise ülkenin kaderi tümden değişti. Anayasa Mahkemesi 27 Nisan’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi 1.tur oylamasını 367 yeter kararı olmadığından dolayı iptal etti. Bu karara ise Haşim Kılıç ve Sacit Adalı muhalefet şerhi koydu. Halk iktidarının yargı iktidarına (juristocracy) dönüştürülmesi ile Cumhurbaşkanlığı süreci bloke edilmiştir. Nitekim bu karar bir dahaki seçimlere de emsal teşkil edecektir. Bürokratik oligarşi 11 kişi içerisinde 9/2 demokrasinin mağlup olması ile can bulmuştur. Askıya alınan Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin bu blokajdan kurtulmasının tek yolu erken seçimdi. Başbakan Erdoğan aynı günün akşam saatlerinde parti MYK’sını toplayarak 2 saatlik bir toplantının ardından malumun ilanında bulundu. TBMM’ye seçimlerin öne çekilmesine yönelik başvuru yapılacağını, tıkanan sürecin çözümün tekrar millete dönüş olduğunu belirtti. Böylece iktidar partisi erken seçim için düğmeye basmış oldu. YSK en erken seçim tarihinin 22 Temmuz 2007 olacağı yönünde seçim takvimini hazırlamasıyla ülkenin de seçim maratonu başlamıştır.

3 Mayıs 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi köşe yazısında Bekir Coşkun seçimlere nazire yaparak AK Parti’nin seçmen kitlesinin tarifini yapıyordu: “göbeğini kaşıyan adam”.  Halkı gündemi sadece televizyonlardan izleyip, kitap okumadan boş bir hayat yaşıyor diye betimleyen bu aşağılayıcı lakap, 22 Temmuz seçimlerine giderken cuntacıların siyasi ibresini gösteriyordu.

Sonuç

Göbeğini kaşıyan adam(!) sandıkların başına geçtiğinde Bekir Coşkun’u şaşırtmadı. AK Parti %46.58 ile sandıklardan tek başına iktidar olarak çıkıyordu. Muhalif kesimin toplam oy oranı dahi (CHP + DSP + İP +EMEP +TKP +ÖDP +Ufuk Uras)  %21.98 de kalıyordu. Halk Cumhurbaşkanlığı sürecinde yaşananların tahlilini sandıklarda yapmış demokrasiden yana tavır koymuştur. Darbe ve cuntacıların hukuk rezaletinin kod numarası 367’nin karekökünü, halk 22 Temmuz 2007 seçimlerinde yüzde 22 olarak aldı. Böylece millet Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olması yönündeki mesajını gayet net bir şekilde vermiştir. AK Parti 28 Nisan duruşunun karşılığında 22 Temmuz seçimlerinde tek başına iktidar olarak demokrasi tarafından taçlandırılıyor, gelen karanlık mesajlar doğrultusunda değil halkın tercihi yönünde kararlarını sabit kılıyordu. Asıl mesaj şimdi alınmıştı. Halk tepede ‘dindar bir cumhurbaşkanı’ görmek istiyordu.(3)Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. Cumhurbaşkanı seçildi. Böylece Nisan 2007'de başlayan süreç Ağustos’ta son bulmuştur.

Demokrasinin ve hangi hükümet olursa olsun halk iktidarının boğazında bir bıçak gibi duran rejimin elit gözüken fakat aslında karanlık güç odaklarının cuntadan medet umduğu bir anti demokrat yapı seçimlerden sonra da varlığını sürdürdü. Ta ki Türkiye’nin kör noktaları birer birer aydınlanmaya başlayana kadar... Sürdürülen yargılamalarda; Cumhurbaşkanlığı süreci ile ayyuka çıkan ve demokrasiyi ters şeride sokan e-muhtıra’nın neden verildiği ortaya çıkıyordu. Yargılamalarda sanıkların mevcut hükümeti silah zoru ile devirip anti-demokratik yollarla devlet idaresini ele geçirmeyi planladığı ve bu çerçevede Sarıkız, Ay Işığı, Yakamoz ve Eldiven kod adlı darbe planları hazırladığı ortaya çıkmıştır. Sadece muhtıranın dahi borsada 2 milyar dolarlık doğrudan bir kaybın yanısıra 3 milyar dolar da yabancı fonların gidişiyle yaşanan ekonomik zararı düşünüldüğünde, gerçekleşecek bir darbenin yaratacağı felaketler ortadadır.(4)

28 Nisan, hükümetin basın açıklaması ile demokrasinin kökleşmesi ve istikrarın sağlama alınması sağlanmıştır. Muasır medeniyetlere ulaşmak; darbelerin söz konusu dahi olmadığı demokrasinin tam manası ile oturduğu geleceğimizi silahların değil kalemlerin inşa ettiği bir bilinç ile ulaşılabilir. Tek tasfiyenin sandıklar olacağı gerçek bir parlamenter rejim ancak siyasi iktidarların buna inanması ile gerçekleşir. 28 Nisan duruşu ile bu inanç oluşmuş, millete aksetmiş, cuntacı kesim yerini salt çoğunluğun kararına bırakmıştır. Bu çoğunluk ise sandıklarda vücut bulmuştur. Bundan sonra da bulması, ülkemizin geleceğinin bir daha asla kışlalardan verilecek kararlara bağlanmaması için millet olarak demokrasiye olan inancımızı kaybetmememiz gerekir.


Dipnotlar

(1)   : 17 Kasım 2012 tarihinde Büyükanıt:  ‘‘Ben yazdım... Bu bildirinin hazırlanmasında genelkurmay başkanı olarak yetkimi kullandım. Bu bildirinin yayınlanacağından o zamanki kuvvet komutanlarına ve jandarma genel komutanına bilgi vermedim. Onları bu işin içine katmak istemedim... Silahlı kuvvetlerin, özellikle laiklik konusundaki hassasiyetini toplumla paylaşma ihtiyacını duydum çünkü bazı konular bizi rahatsız etti. Bunları duyurmak istedik. 27 Nisan bildirisinin temeli budur’’ demiştir.
(2)   Pretoryen tabiri, antik roma ‘da konsüllerin etrafında oluşan koruma birlikleridir. Pretuar alan komutan çadırının etrafındaki alana işaret eder ve o alana girmek yasaktır. Roma’da önemli ilkelerden bir tanesi senatonun alanına kimsenin girememesiydi. Bir müddet sonra bu pretuar güçlere hassa birlikleri oldukları için senatonun kutsal alanına girme izni verildi. M.S. 2. y.y. da ise pretuar güçler güçlü birlikler haline geldiler. Böylelikle proteryen güçler imparatoru deviren yerine imparator seçen bir zümre haline geldiler. Proteryen güç kavramı modern siyaset biliminde seçilerek gelmeyen kendini iktidarın doğal sahibi olarak gören bunu darbeyle, entrikalarla sürdürmeye kararlı bir çevreyi betimlemek için kullanılmaktadır.
(3)   Dönemin Meclis Başkanı Bülent Arınç, katılmış olduğu bir ödül töreninde seçilecek cumhurbaşkanını ‘‘sivil, dindar ve demokrat’’ olarak tanımlamıştır.
(4)   TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma 28 Şubat Alt Komisyonu Başkanı Yaşar Karayel 2007 e-muhtırasının Türkiye’ye zararının 5 milyar dolar olduğunu açıklamıştır.

Emre SARP, SDE Stajyeri


0 yorum:

Yorum Gönder

Yorumların her türlü kanunî sorumluluğu yazarlarına aittir...