7. Yıldönümünde E- Muhtıra Ve 28 Nisan Duruşu
Ulusların tarihlerinde kırılma noktaları vardır. Türkiye gibi
ülkelerde bu tür kırılmalar sert, toplumsal çalkantılar sancılı, dönüşümler
keskindir. Selçuklu döneminde ikta sisteminden, Osmanlı da tımar sistemine
kadar geçmiş Türk devletlerinin siyasi, ekonomik ve sosyal yapılarının
ekseriyetle askeri yapıya dayanması Cumhuriyet Türkiye’sinin sahip olduğu
genetik kodları göstermesi bakımından önemli bir parametredir.
27.04.2013
Ulusların tarihlerinde kırılma noktaları vardır. Türkiye
gibi ülkelerde bu tür kırılmalar sert, toplumsal çalkantılar sancılı,
dönüşümler keskindir. Selçuklu döneminde ikta sisteminden, Osmanlı da tımar
sistemine kadar geçmiş Türk devletlerinin siyasi, ekonomik ve sosyal
yapılarının ekseriyetle askeri yapıya dayanması Cumhuriyet Türkiye’sinin sahip
olduğu genetik kodları göstermesi bakımından önemli bir parametredir. Türkiye,
1945’ten sonra çok partili hayata geçiş yapmasına rağmen her 10 senede bir
millet iradesine dayanan demokratik düzen askeri müdahalelerle kesintiye
uğramış, demokrasi ters şeride sokularak keskin virajlarda sürekli hız kaybeden
bir Türkiye paradigması doğmuştur. Bu paradigmadaki önemli kırılmalardan biri
de 11.Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Genelkurmay’ın yayınladığı 27 Nisan 2007
e–muhtırasıdır.
Cumhurbaşkanlığı Seçim Süreci
Muhtıraya giden süreç Cumhurbaşkanlığı seçim maratonu ile
başlamış rejimin tehlikede olduğu argümanı ortaya atılarak Cumhurbaşkanlığı
seçimi sekteye uğratılmıştır.10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev
süresi, 16.5.2007 tarihinde dolmuşsa da, bu tarihe kadar 11. Cumhurbaşkanı
seçimleri tamamlanamamıştır. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih
Kanadoğlu’nun 367 krizi olarak adlandırılan fitili ateşlemesiyle süreç
tıkanmış, Meclis iradesi hukuksal algoritma ile tepetaklak edilmiştir.
Sabih Kanadoğlu 26 Aralık 2006’da Cumhuriyet
gazetesinde “AKP Tek Başına Seçemez” başlıklı yazısı ile meclisin
cumhurbaşkanlığı seçimi için AK Parti milletvekili sayısı olan 354’ün yetersiz
olduğu savını ortaya atmıştır. Buna göre;‘‘ anayasanın 102. maddesi uyarınca,
“cumhurbaşkanı TBMM üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla
seçilecektir. En az üçer gün ara ile yapılacak oylamaların ilk ikisinde üye
tamsayısının üçte iki çoğunluk oyu sağlanamazsa, üçüncü oylamaya geçilecektir.
Aksi bir durum da siyasal iktidar her şeye rağmen TBMM'deki çoğunluğuna
dayanarak, ilk oylamada 367'nin üzerinde katılım olmamasına rağmen, üçte iki
çoğunluğu sağlanamadığından bahisle, önce aynı biçimde ikinci oylamayı
gerçekleştirir ve izleyen üçüncü oylamada salt çoğunluğun sağlandığını ileri
sürerek cumhurbaşkanının seçildiğini kabul ve ilan ederse anayasaya aykırı
biçimde yapılan böyle bir seçimin iptalinin zorunlu olduğu” iddiasını gündeme
atmıştır.
Böylece Türkiye 1980’lerin atmosferine geri dönmüştür. 12
Eylül darbesinin tomografi görüntüleri olan bu acı süreçte altı ay süren nafile
turlardan sonra Korutürk'ten boşalacak Cumhurbaşkanlığı koltuğuna parlamento
cumhurbaşkanını seçememiş, darbe ile sonlanan bu acı süreç 1982 Anayasası ile
(darbe anayasası) çözüm bulmuştur. Böylece 102. maddedeki 'üçte iki çoğunluk'
koşulu, üçüncü turda 'salt çoğunluk' olarak düzenlenmiştir. Dördüncü turda ise
TBMM'nin feshedilmesi yolu açılmıştır.
1989'da Özal, 1993'te Demirel, 2000'de Sezer, 1982
Anayasası'na göre seçildiler. Turgut Özal'ın seçiminde o zamanki SHP grubu,
oylamaya katılmamıştı. Ancak Anayasa Mahkemesi'ne itiraz edilmemişti. Demirel
ve Sezer de ise zaten katılım sorunu yaşanmadığı için 367 tartışması
olmamıştır.
2007'de ise henüz seçime geçilmeden 367 krizi çıktı. 10
Nisan 2007 tarihinde Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu itiraz dilekçelerini
kabul edileceği beyanı ile süreci resmen krizinin pençesine atmıştır. Bunun
önüne geçmek isteyen hükümet ise krizinin aşılması için Mecliste milletvekili
olan partiler arasında diyalog turlarına başlamış ancak olumlu bir sonuç
alamamıştır.
Ülke siyaseti tamamen Cumhurbaşkanlığı sürecine kitlenmiş
iken Türkiye Zirve Katliamı ile sarsılıyordu. Siyaset Bilimci Seymour Martin
Lipset ‘aşağı sınıfların faşizmi’ diye nitelendirdiği sorunların tehlike olarak
algılandığı ve sürekli tehdit içerisinde bulunduğu sanrısı ile siyasi ve
politik şiddete neden olabilecek eylemlere zemin hazırlayacağı tezi; 18
Nisan 2007 tarihinde Malatya’da İncil basımı yapan Zirve Yayınevinde çalışan
Alman uyruklu Tilman Ekkehart Keşke, Necati Aydın ve Uğur Yüksel’in boğazlarını
kesilerek öldürülmesi ile bir kez daha vücut buluyordu. Anadolu’nun sosyal
dokusunu zedeleyici bu tür vahşetler ile ülke politikalarına yön verme
gayretinde olan derin ve karanlık güçler tekrar sahneye konuluyordu. Türkiye,
23 Nisan 2007 Ulusal Egemenlik Bayramı'na vesayet savunucularının ve
cuntacılarınbaskısı altında giriyordu. O gün futbol sahalarında üst üste
dengede durarak cumhuriyet kazanımlarının ne denli sarsılmaz olduğunu gösterme
çabasındaki ilkokul ve ortaokul çocuklarının yanı sıra bu kuleden daha hassas
dengede durması gereken bir siyasetçi daha vardı: Dönemin Başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan. Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı en geç 25 Nisan akşamına
kadar açıklanmalıydı. Cumhurbaşkanı adaylık sürecindeki TBMM, darbe ve
muhtıralardan yorgun her on senede bir kesintiye uğramış başarısız bir
parlamenter rejim, dünya demokrasisine göre genç ama Türkiye demokrasisine göre
epeyce yaşlanmış bir halde 88. yaşına giriyordu.
24 Nisan 2007’de tüm itirazlara rağmen iktidar partisi
kendi adayını ilan etti. Böylece meclis ve demokrasi tarihinin de en sancılı
sürecine girilmiş oldu. 367 krizi ile demokrasiye kürtaj yapmak isteyen
cerrahların başında dönemin CHP Genel Başkanı ve ana muhalefet lideri Deniz
Baykal geliyordu. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde oylamada meclis genel kuruluna
girmeme kararı alarak süreci işleten iktidar partisiyle tüm diyalog yollarını
kapattı. Artık köşk savaşı kızışmıştı. Kendilerini rejimin muhafızı gören
kesimin çabaları ile ülke saflara bölünmüş ideolojik kaygılar ile “son kale ”
tabir ettikleri “Çankaya’’nın elden gitmemesi için çeşitli STK’lar, basın ve
muhalif kesim ile hukuksal ve psikolojik bir harp yürütülmüştür. Bu kriz kendi
güç odaklarını kaybetmeme uğruna yaratılmış ve meşruiyet kazandırması için 367
sayısını ortaya atmış kesimler tarafından yönetilmiş ve oynanmıştır. Bu oyunun
figüranları ise hiç de şaşırtıcı olmayan ve kendisini ilerice diye tarif eden
çevrelerden seçilmiştir.
Abdullah Gül’ün adaylığının açıklamasından sonra ise siyasi
linç kampanyası başlatılmıştır. Özellikle ailesiyle ilgili birçok karalama
kampanyasına girilmiştir. Avrupa insan hakları sözleşmesinden ve sözleşme
kararını hukuk tekniğinde anayasa hükümlerinin üstünde telakki edilmesinin
hikmeti ve şikâyet mekanizmasından bihaber çevreler Hayrunnisa Gül’ü hedef
alarak “ülkesini AİHM ye şikâyet eden first lady olur mu?” denilerek ortaya
trajikomik bir argüman atmışlardır. Tüm bu yaşananların gölgesinde 27 Nisan
cumhurbaşkanlığı 1. tur oylamasına gidilmiştir.
CHP 367 sayısına ulaşılamaması halinde kendinden
beklenmeyecek bir hızla Anaysa Mahkemesi’ne sunulmak üzere itiraz dilekçesini
hazırlamış, DYP ve Anavatan parti liderleri Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu erken
seçime gidilmez ise cumhurbaşkanlığı birinci tur oylamasına katıl(a)mama kararı
almıştır. SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın ise kesinlikle oylamaya
katılmayacağını ifade etmiştir. Halkın Yükseliş Partisi Genel Başkanı Yaşar
Nuri Öztürk Gül’e destek vermeyeceğini açıklamıştır. Genç Parti Genel Başkanı
Cem Uzan, Cumhurbaşkanlığı seçim turunda Abdullah Gül ile görüşmeme kararı
almıştır. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ise Kızılay’da düzenlediği
eylemde Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmamasına ve Ahmet Necdet Sezer’in
hükümeti istifaya çağırması istemiyle sokakta bildiri dağıtmıştır. DSP lideri
Zeki Sezer ise Gül’ün adaylığını laikliğe karşı özde ve sözde tehlike olarak
değerlendirdiğine yönelik basın açıklamasında bulunarak Genelkurmay başkanına
gönderme yapmıştır. Tüm bunların yanında İzmir barosu düzenlediği basın
toplantısında Gül’ün adaylığına karşı olduklarını kamuoyuna deklare etmiştir.
2007 cumhurbaşkanlığı seçim süreci ülkede istikrar sürecini
ve siyasal atmosferi yerle bir etmiş, siyasi partiler başta olmak üzere STK ve
basın seçim sürecini hükümeti tasfiye programına çevirmiş, seçimle 2/3
çoğunluğa sahip iktidar partisi 80 yıldır sözde demokrasi ile yönetilen bir
ülkede güya özde demokrasi isteyen odaklar tarafından bir kaos ortamına
sürükletilmek istenmiştir. Bu yangından en çok Türkiye’nin zarar göreceğini
umursamayanlar; mitinglerde ‘ordu göreve’ pankartları açmış, TSK ile gizli bir
flört peşinde koşanlar demokratik yollar ile söz sahibi olamayacakları ülke
siyasetinde silahların gölgesine sığınmışlardır. Her defasında dönemin kuvvet
komutanlarına göz kırparak 80 sene önce doğmuş cumhuriyet ile ordunun/Kemalist
çıkarcı grupları ile zaten beşik kertmesi olduğunu ve artık resmi nikâhın
geldiğinden dem vuranlar bir ülkenin geleceğinden mesuliyet duymadan
kendilerine biçilen kaftanın pırıltıları altında düğün hazırlıklarına da
başlamışlardı.
Ordu içerisindeki cuntacı kesim bu aşka tarafsız kalamazdı.
12 Nisan’da birçok köşe yazarının katıldığı basın bilgilendirme toplantısı ile
TSK nasıl bir cumhurbaşkanı istediğinin ana hatlarını zaten çizmişti. Rejim ve
vesayetten yana tavır koyan kesim cumhurbaşkanlığı süreci boyunca ordu ile
karşılıklı birbirlerine kur yapmalarından dolayı ülkede toplumsal ve siyasal
dokuyu zedeleyecek tutumlar sergilenmiştir. Mitingler tertiplemiş, hukuksal
dalavereler çevrilmiş, medya baskısı, meclisi tıkama gibi hiçbir yol başarıya ulaşamamış
tüm gözler son çare gördükleri orduya çevrilmişti. Artık bu ilişkinin adını
koymalıydılar. 27 Nisan 2007 gecesi TSK’nın kurumsal internet sitesinde
yayınlanan sonradan dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın bizzat
kendisi tarafından yazıldığını açıkladığı bildiri ile bu ilişkinin adı koyuldu:
e-muhtıra.(1)
27 Nisan E-Muhtırası
Gece yarısı internet sitelerinde yayınlanan bu muhtıra
içeriği, üslubu ve zamanlaması ile büyük tartışmalara neden olmuştur. Tek
başına iktidar dönemi ile ülkede sağlanan istikrara ve demokrasiye bir parantez
açılmış ve bu parantezin içi gece yarısı muhtırası, darbe şakşakçıların
çığırtkanlıkları, vesayet goygoycularının yazıları ile bir anda dolmaya
başlamıştır. Orduyu hava yastığı olarak gören kesimler rahat bir nefes almıştı.
Aslında ülke karakteristiği bakımından pek şaşırtıcı olmasa gerek. 36 Osmanlı
padişahının 14’ünün darbe ile devrildiği 600 yıllık bir tarihten her 10 senede
bir demokrasiye balans ayarı çekilen Cumhuriyet tarihine değin 27 Nisan gecesi
yayınlanmış muhtırayı da bu kültürün uzantısı olarak görmemiz mümkün. Metinde
yer alan, “TSK tartışmalara taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. TSK bu
niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş görevleri eksiksiz
yerine getirmek konusunda sarsılmaz kararlığını muhafaza etmektedir” ifadeleri
ile hükümete “ayağını denk al denilmiş” ve Anayasa Mahkemesi’nin vereceği
hukuki karara askerin gölgesi düşmüştür.
27 Nisan bildirisinin içeriği ve zamanlaması bu bildiri
muhtıraya dönüştürmüştür. Laikliğin zedelendiğine dair açıklamaların nedeni
sıralanıyor. Şanlıurfa, Mardin, Diyarbakır ve Denizli de kutlanan Kutlu Doğum
etkinlikleri ise irtica olarak tanımlanıyordu. Bildiri belli ki toplumsal
yapıdan bihaber bir şekilde kaleme alınmış dini ve örfi değerler bir tehdit
olarak algılanmıştır. Buna üslupta dahi bir örnek vermek gerekirse büyük harfle
başlaması gereken Kur’an küçük harfle yazılmış, İslam dini gereği örtünme
çağdışı tanımı ile ifade edilmiş ve bariz bir irtica tehditlinden
bahsedilmiştir. Ne ironiktir ki bu millet ordusunu ‘peygamber ocağı’ olarak
içselleştirmiş, bu nazar ile kalbine nakşetmiştir. Velev ki ordu bir takım
nedenler ile ayar verme maksadı güdüp kılıcını çekiyorsa, o kılıca bu sertliği
veren çeliğin de ayarının bozulmamasına dikkat etmelidir. Ve bu çelik İstiklal
Marşı’nda Mehmet Akif Ersoy’un “benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var”
dizesinden başka bir şey değildir. Kendilerine başka marşlar ile farklı
bilinçler uyandırmak isteyenler tarihin her döneminde olduğu gibi bu dönemde de
biletlerini en ön sıradan almışlardır. Muhtıranın ertesi gününde kendisini
21.yy pretoryenleri(2)olarak gören komutanlar ne yazık ki ayakta
alkışlanmışlardır.
28 Nisan Duruşu
Tüm bu yaşananlar karşısında hükümet kanadının tepkisi
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük demokratik atılımı ve vesayetin kırılma
noktasıdır.12 Mart 1971 muhtırası akabinde Süleyman Demirel’in siyaset
sahnesinden hızla çekilmesine tanık olan, 28 Şubat 1997 muhtırasında ise MGK
krizi’ni yaşamış bir siyasi geçmişe sahip Türkiye’de tüm tabuları yıkan bir
bildiri 28 Nisan 2007’de hükümet sözcüsü Cemil Çiçek tarafından okunmuş ve
adeta bir demokrasi manifestosu verilmiştir. Cemil Çiçek TSK’yı anayasa ve
hukuk devleti sınırları içerisinde durması yönünde uyarırken, bir siyasi parti
Türkiye de ilk kez halk iradesini bu derece güçlü bir şekilde yansıtmıştır. 27
Nisan gecesi açılan parantez; 28 Nisan günü hükümetin karşı bildirisi ile
kapanmış askerin yarattığı korku düzeni yıkılarak yerine özgüven sahibi ve
demokrasiye liyakatini ispatlamış tarihi duruşu ile Türkiye’de yeni bir çığır
açmış hükümetin dirayeti gelmiştir.
Böylece demokrasi yıllardır zincire bağlı kapalı tutulduğu
mahzenden gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu mahzenin kapısı bildirinin yayınlandığı
gece olağanüstü olarak toplanan hükümet tarafı tarafından açılıyordu.
Başbakanın talimatı ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, MEB Bakanı Hüseyin
Çelik, Devlet Bakanı Ali Babacan, Adana milletvekili Ömer Çelik tarafından
karşı bildiri hazırlanmış, aynı gece Başbakan hem Genelkurmay Başkanı hem de
Cumhurbaşkanına ulaşmak istemiş ancak başarılı olamamıştır. Bu dönem zarfında
eski darbeci Kenan Evren ‘‘asker görevini yerine getirmiştir’’ diyerek
muhtıraya selam çakarken Deniz Baykal’ın Anayasa Mahkemesi’ne ithafen “367
gereksiz derseniz ülke de çatışma çıkar” sözleri ile ana muhalefet değil ana
kaos partisi lideri olma misyonunu tamamlıyordu. Muhtıranın altını halk desteği
ile doldurmak isteyen kesim çeşitli STK’ların öncülüğünde başlatmış oldukları Cumhuriyet
mitinglerinin en çok yankı uyandıranlarından birini 29 Nisan 2007 Çağlayan’da
düzenledi. Dünyada haftanın en önemli olayları arasında giren mitinge emniyet
verilerine göre 583 bin kişi katılmış ve hükümete erken seçim çağrısı
yapılmıştır. ADD ve ÇYDD öncülüğünde düzenlenen mitingde CHP çatısı altında
birleşme çağrısı da yapılmış olup konuşmada ADD Başkanı Nur Serter, muhtıradan
dolayı TSK’ya şükranlarını sunmuştur(!)
1 Mayıs 2007’de ise ülkenin kaderi tümden değişti. Anayasa
Mahkemesi 27 Nisan’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi 1.tur oylamasını 367
yeter kararı olmadığından dolayı iptal etti. Bu karara ise Haşim Kılıç ve Sacit
Adalı muhalefet şerhi koydu. Halk iktidarının yargı iktidarına (juristocracy)
dönüştürülmesi ile Cumhurbaşkanlığı süreci bloke edilmiştir. Nitekim bu karar
bir dahaki seçimlere de emsal teşkil edecektir. Bürokratik oligarşi 11 kişi
içerisinde 9/2 demokrasinin mağlup olması ile can bulmuştur. Askıya alınan
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin bu blokajdan kurtulmasının tek yolu erken
seçimdi. Başbakan Erdoğan aynı günün akşam saatlerinde parti MYK’sını
toplayarak 2 saatlik bir toplantının ardından malumun ilanında bulundu. TBMM’ye
seçimlerin öne çekilmesine yönelik başvuru yapılacağını, tıkanan sürecin
çözümün tekrar millete dönüş olduğunu belirtti. Böylece iktidar partisi erken
seçim için düğmeye basmış oldu. YSK en erken seçim tarihinin 22 Temmuz 2007
olacağı yönünde seçim takvimini hazırlamasıyla ülkenin de seçim maratonu
başlamıştır.
3 Mayıs 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi köşe yazısında Bekir
Coşkun seçimlere nazire yaparak AK Parti’nin seçmen kitlesinin tarifini
yapıyordu: “göbeğini kaşıyan adam”. Halkı gündemi sadece televizyonlardan
izleyip, kitap okumadan boş bir hayat yaşıyor diye betimleyen bu aşağılayıcı
lakap, 22 Temmuz seçimlerine giderken cuntacıların siyasi ibresini
gösteriyordu.
Sonuç
Göbeğini kaşıyan adam(!) sandıkların başına geçtiğinde
Bekir Coşkun’u şaşırtmadı. AK Parti %46.58 ile sandıklardan tek başına iktidar
olarak çıkıyordu. Muhalif kesimin toplam oy oranı dahi (CHP + DSP + İP +EMEP
+TKP +ÖDP +Ufuk Uras) %21.98 de kalıyordu. Halk Cumhurbaşkanlığı
sürecinde yaşananların tahlilini sandıklarda yapmış demokrasiden yana tavır
koymuştur. Darbe ve cuntacıların hukuk rezaletinin kod numarası 367’nin karekökünü,
halk 22 Temmuz 2007 seçimlerinde yüzde 22 olarak aldı. Böylece millet Abdullah
Gül’ün Cumhurbaşkanı olması yönündeki mesajını gayet net bir şekilde vermiştir.
AK Parti 28 Nisan duruşunun karşılığında 22 Temmuz seçimlerinde tek başına
iktidar olarak demokrasi tarafından taçlandırılıyor, gelen karanlık mesajlar
doğrultusunda değil halkın tercihi yönünde kararlarını sabit kılıyordu. Asıl
mesaj şimdi alınmıştı. Halk tepede ‘dindar bir cumhurbaşkanı’ görmek istiyordu.(3)Abdullah
Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin üçüncü turunda
339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. Cumhurbaşkanı seçildi. Böylece Nisan
2007'de başlayan süreç Ağustos’ta son bulmuştur.
Demokrasinin ve hangi hükümet olursa olsun halk iktidarının
boğazında bir bıçak gibi duran rejimin elit gözüken fakat aslında karanlık güç
odaklarının cuntadan medet umduğu bir anti demokrat yapı seçimlerden sonra da
varlığını sürdürdü. Ta ki Türkiye’nin kör noktaları birer birer aydınlanmaya
başlayana kadar... Sürdürülen yargılamalarda; Cumhurbaşkanlığı süreci ile
ayyuka çıkan ve demokrasiyi ters şeride sokan e-muhtıra’nın neden verildiği
ortaya çıkıyordu. Yargılamalarda sanıkların mevcut hükümeti silah zoru ile
devirip anti-demokratik yollarla devlet idaresini ele geçirmeyi planladığı ve
bu çerçevede Sarıkız, Ay Işığı, Yakamoz ve Eldiven kod adlı darbe planları
hazırladığı ortaya çıkmıştır. Sadece muhtıranın dahi borsada 2 milyar dolarlık
doğrudan bir kaybın yanısıra 3 milyar dolar da yabancı fonların gidişiyle
yaşanan ekonomik zararı düşünüldüğünde, gerçekleşecek bir darbenin yaratacağı
felaketler ortadadır.(4)
28 Nisan, hükümetin basın açıklaması ile demokrasinin
kökleşmesi ve istikrarın sağlama alınması sağlanmıştır. Muasır medeniyetlere
ulaşmak; darbelerin söz konusu dahi olmadığı demokrasinin tam manası ile
oturduğu geleceğimizi silahların değil kalemlerin inşa ettiği bir bilinç ile
ulaşılabilir. Tek tasfiyenin sandıklar olacağı gerçek bir parlamenter rejim
ancak siyasi iktidarların buna inanması ile gerçekleşir. 28 Nisan duruşu ile bu
inanç oluşmuş, millete aksetmiş, cuntacı kesim yerini salt çoğunluğun kararına
bırakmıştır. Bu çoğunluk ise sandıklarda vücut bulmuştur. Bundan sonra da
bulması, ülkemizin geleceğinin bir daha asla kışlalardan verilecek kararlara
bağlanmaması için millet olarak demokrasiye olan inancımızı kaybetmememiz
gerekir.
Dipnotlar
(1) : 17 Kasım
2012 tarihinde Büyükanıt: ‘‘Ben yazdım... Bu bildirinin hazırlanmasında
genelkurmay başkanı olarak yetkimi kullandım. Bu bildirinin yayınlanacağından o
zamanki kuvvet komutanlarına ve jandarma genel komutanına bilgi vermedim.
Onları bu işin içine katmak istemedim... Silahlı kuvvetlerin, özellikle laiklik
konusundaki hassasiyetini toplumla paylaşma ihtiyacını duydum çünkü bazı
konular bizi rahatsız etti. Bunları duyurmak istedik. 27 Nisan bildirisinin
temeli budur’’ demiştir.
(2) Pretoryen
tabiri, antik roma ‘da konsüllerin etrafında oluşan koruma birlikleridir.
Pretuar alan komutan çadırının etrafındaki alana işaret eder ve o alana girmek
yasaktır. Roma’da önemli ilkelerden bir tanesi senatonun alanına kimsenin
girememesiydi. Bir müddet sonra bu pretuar güçlere hassa birlikleri oldukları
için senatonun kutsal alanına girme izni verildi. M.S. 2. y.y. da ise pretuar
güçler güçlü birlikler haline geldiler. Böylelikle proteryen güçler imparatoru
deviren yerine imparator seçen bir zümre haline geldiler. Proteryen güç kavramı
modern siyaset biliminde seçilerek gelmeyen kendini iktidarın doğal sahibi
olarak gören bunu darbeyle, entrikalarla sürdürmeye kararlı bir çevreyi
betimlemek için kullanılmaktadır.
(3) Dönemin Meclis
Başkanı Bülent Arınç, katılmış olduğu bir ödül töreninde seçilecek cumhurbaşkanını
‘‘sivil, dindar ve demokrat’’ olarak tanımlamıştır.
(4) TBMM Darbe ve
Muhtıraları Araştırma 28 Şubat Alt Komisyonu Başkanı Yaşar Karayel 2007
e-muhtırasının Türkiye’ye zararının 5 milyar dolar olduğunu açıklamıştır.
Emre SARP, SDE Stajyeri
0 yorum:
Yorum Gönder
Yorumların her türlü kanunî sorumluluğu yazarlarına aittir...